Bir tuzlu balık hikayesi daha; hem de antik dönemden.
Hikaye biyografi yazarı Plutarch tarafından aktarılmış. Bana son okuduğum kitabın yazarı Adrienne Mayor tarafından gönderildi. Bildiğiniz gibi Anthony Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın Romalı aşkı. Kleopatra sürekli Anthony’yi izliyor ve onu mutlu etmek için elinden geleni yapıyor. Bir gün Kleopatra Anthony’yi Nil’de balığa götürüyor. Beraberlerinde küçük bir filo da götürüyorlar. O gün Anthony dışında herkes çok sayıda balık avlamasına rağmen Anthony balık tutamıyor. Metresinin karşısında aşağılanmış hisseden Anthony bir plan yapıyor. Ertesi gün için bir sürü balıkçıya Nil’e dalmaları, oltasına taze balık takmaları için para ödüyor. Gerçekten ertesi gün balığa çıktıklarında Anthony balık üstüne balık yakalıyor ve ortalık balık doluyor. Mısırlılar yığın halindeki levreklere hayret ve şalkınlık içinde bakıyorlar. Fakat Kleopatra hileyi hemen anlıyor ve ertesi gün için herkesi tekrar balığa davet ediyor. Tabi bu kez kendi üçkağıdını hazırlayarak. Hizmetlilerine Anthony oltasını Nil’e atar atmaz nehre dalmalarını ve oltasına Karadeniz’den gelen tuzlu balığı koymalarını emrediyor. Anthony oltasında bir ağırlık farkediyor ve hızlıca oltayı çekiyor. Bir önceki günün şaşkınlığı içinde herkes hemen Anthony’nin oltasına bakıyor ve farkediyorlar ki balık ne yeni ölmüş bir balık ne de Nil’den bir balık. Kleopatra muzipçe gülüyor Anthony’nin sinirlenmesinin önüne geçmek için “Biz zavallı Mısırlılar için balığa çıkmayı bırakmak en iyisi; oyunun krallıkları fethetti”. Görsel’in adı ‘Anthony and Cleopatra fishing with a fotilla of smaller’ ve kaynağı ‘Les Merveilles de la Science’ 1870 basım.
0 Comments
Korinth kenti liman varoşlarında sabah güneşinin vurması ile bizler için dayanılmaz kokuların yükseldiği boş salamura pithosunun içinde uyanan Diogenenin ise keyfi yerindeydi. Nasıl keyifli olmasın, daha dün Sinope'den gelen tuzlu balık pithosunda memleket havasını soluyarak geçirdiği mutlu bir gecenin ilk sabahında yanında sallabaş ve yalakaları ile gelen ukala İskender'e hayatının dersini vermişti.
Sokrates'i dinlerken karşılaştığı Makedonya'dan gelen birbirinin benzeri bu afili gençlerden oldum olası hiç hoşlanmamıştı. Neyse, memleket havalarının kokusu, onu geçmiş günlere götürdü ve hayallere daldı gitti; bolluk içinde geçen balık sezonu boyunca yakaladıkları en yağlı ve iri torikleri, deniz kıyısındaki barakalarda Sinopeliler bir kat tuz bir kat balık olmak üzere harıl harıl pithoslara doldururken, onları dünyanın dört bir yanına götürecek gemiler limanda yer kapmış bekliyorlardı. Limanın eteklerinde bulunan yüze yakın amphora fırınlarından yükselen dumanlar açıktaki gemilerin üzerinden süzülürken, limana inen yollarda fırınlarda pişirilen pithosları taşıyan arabalardan çıkan gacurtular iskeleye yaslanan gemilerin gucurtasına karışıyordu. Denizden işte böyle bir zenginlik geliyordu ve bu zenginlik eninde sonunda babası Hicesius'la birlikte çalıştırdığı sarraf dükkanında birikiyordu. Babası aynı zamanda Sinope Demokrasisinin mali işlerden sorumlu Meclis Üyesi olarak görev yapmaktaydı, sarraflık mesleği gereği paranın uzmanı olarak Sinope Kent paralarının yazı yüzündeki Kartal ve Yunus figürlerinin yaratıcısı olarak Antik Çağın ünlü sanatçılarındandı. Sanatçı olur da özgür ruhlu olmaması elbette mümkün değildi, paranın tura yüzündeki Ay Tanrıçası Sinope'nin dokunulmaz figüründe bile değişikler yapmaya cesaret etmiş, her bir para darbında tanrıçanın saçını, küpesini ve kolyesini moda olsun diye değiştirmenin bedelini meclis üyelerine bol keseden rüşvet dağıtarak ödemiş, dışlanmaktan zor kurtulmuştu. Babası böyle olan adamın oğlu ise ondan aşağı kalır mı? Kent Meclisinde sert geçen tartışmalardan dönen baba, bütün gece Kapadokya Tiranı Ariarates'in Sinope Demokrasisine baskı yaparak çok sevdiği Sinope Lakerdasının fiyatının indirilmesini ve ödemelerini de kendisinin belirlediği fahiş fiyatlı tuz ile yapmak istiyordu. Bütün bunları kabul etmekte zorlanan meclise, Hicesius'un çuvallardaki tuzların kumla karıştırıldığını ve elendiğinde yarı yarıya miktarlarının eksik olduğunu söylemesi ile ortalık iyice karışmıştı, uzun tartışmalardan sonra her zor işte olduğu gibi bunda da Meclis, Hicesius'u tam yetkili olarak görevlendirmişti. Sinope panoramasına hakim Karapi'nin güneye bakan en yüksek tepesindeki villanın yunus yağı yakan tüm kandillerinin sabaha kadar yandığına o gece, güvertede ki yumurtaların bile yuvarlanmadığı kadar sakin denizde uyuyan gemiler de şahitti. Kandillerin yandığına şahit olan uzaktaki gözler gibi yakındaki kulaklar da tüm gece keskilerin tepesine hınçla inen çekiç seslerine şahit oldu. Korinth'teki bu sabah güneşinden daha parlak hatta o uzun ömrü boyunca gördüğü en parlak o güneş deniz üzerinden Sinope'ye doğru yükselirken, Diogenes elindeki Kapodokya paraların hiç birinde Kral Ariaratesin yüzünü tanımak mümkün olmadı, tüm gece baba ve oğul tanrıların yardımı ile iyi iş çıkarmışlardı. Evet o gece ay, Amazon Kraliçesi Sanape'nin her yıl bağ bozumunda Sinope'de yaptığı o eski şölenlerine denk gelen gecelerde olduğu gibi gökyüzünde ışıldarken, baba ve oğlun paraların tanrılara ait yüzündeki krala indirdikleri çekiç darbelerine iştirak ediyordu. Baba Hicesius sanki ömrünün en rahat ve uykuya doymuş gecesinin sabahında olduğu gibi arabasına doğru yürürken, dev cüsseli Galatlı kölesi Bituitus ise gümüş paralardan kopan çentik dolu torbalarla ayarı bozulmuş Kapadokya paralarını arabaya çoktan yüklemişti. Araba sıkıştırılmış bazalt kaplı yolda bu güne kadar görülmemiş derinlikte izler bırakarak doğu surlarındaki tersane kapısından Sinope Kalesine girip, dosdoğru darphane önüne geldiğinde onu görenler gece denizden dönen ve evlerine ellerinde ipe kuyruklarından bağlı çifter palamutları götüren balıkçılardı. Darphanenin avlusuna girdiğinde ise, üstadı Billaros'u yine bütün gece gezegenleri ve ayı nişanladığı küresi sayesinde güneşin nereden ve ne zaman doğacağını bilmenin keyfine dalmış halde gördüğü an ile ona korkulu gözlerle baktığı an birbirine karıştı. İhtiyar bu güne kadar yetiştirdiği çömezlerin içinde en başarılı bulduğu Hicesius'a hiç böyle kaçamak bir bakış atmamış her zaman yaptıklarından gurur duyan gözlerle bakmıştı. Darphaneye girip gümüş parçaları eritilmeden önce tarttığında, ne kadar Sinop Drahmisi çıkar hesabından ziyade Kapadokya'dan gelen tuzlardaki kaybın ne kadarını kurtardığının hesabı içindeydi. Diogenes, ampharo fırınlarının arasından geçerek sahildeki sahibi oldukları balık işleme atölyesine geldiğinde, ay karanlığı olmadığından o gece sadece salma ağlarından ve dalyanlardan gelen torikler, zindandelenler, altıparmak ile az miktarda peçutalar bol suda yıkanmış, tezgahlarında usta eller tarafından baş, solungaç ve kuyrukları kesilerek içleri temizlenenler, 4 parmak kalınlığında dilimlenmeye başlanılmıştı bile. Tezgahlarda balıklardan eser kalmamış ve bundan sonra dilimler artık takoz diye adlandırılıyor ve sayılıyordu. Her bir takoz fazla hırpalanmadan ustalık isteyen tek bir hareketle omurilikleri bronz tığla alınmasıyla kendini, Karapinin, tepesindeki krater gölünden eteklerine yol bulup süzülerek oluşan kaynaklardan biri olan Buzana'dan keramik künklerle gelen buz gibi soğuk su-tuz biraz da kum havuzunda buluyordu. O gün, Diogenesin takozlardan çıkan kanlarla kızıllaşmış havuzun başında, en az havuzdaki su kadar kızaran bir yüzle, Ariarates'e galiz küfürler savurmadan dalıp gitmesine, havuzdan takozları çıkarıp kuruladıktan sonra tuzla ovalayanlar atölyedekilerin hepsinden çok şaşırmışlardı. Öğlenden sonra takozlar, tekinin Atina'da bir işçi yevmiyesinden de yüksek değerde alıcısı olan keramik kavanozlara bir kat takoz bir kat tuz konularak dizilip, en üstüne ise aroma katsın diye bu yılın filizinden defne yaprakları konulduktan sonra atölyenin marka mührü vurulmuş balmumu ile hava almayacak şekilde son kapak kapatıldığında, öğle arası uzandığı hamakta uyuya kalan Diogenes'e seslendiklerinde sevgilisi Serapis Mabedinin Baş Rahibinin Amazon ruhlu kızı Hypsikratea'da onu çağıran rüyasından zor uyandırdılar. Ariarates'in Sinope Meclis üyeleri içindeki işbirlikçileri sayesinde tüm olup bitenden, tuz kervanı vasıtasıyla da şehirdeki olaylardan haberi oluyordu. Hicesius turası bozulmuş ve ayarı düşmüş Kapadokya paralarını, dikkat çekmeyecek şekilde ve özellikle Kırımdan gelen kürk tüccarlarına ödemeye dikkat ettiyse de yeni palamut sezonu başlamadan Kral Ariarates olayın farkına vardı ve adamlarına bu işi çözme ödüllü emrini çoktan vermişti. Hicesius ve oğlu Diogenes ise Sinope Demokrasisi için Tiranın paralarına yaptıklarının bedelini ödeyeceklerini farkındaydılar ama her an Kapadokya Halkı'nın bu zalim diktatörü devirme ümidi içindeydiler. Beklenen gün geldi ve Ariarates Lejyonları Sinop kapılarına dayandılar. General Diaphantos Sinope Meclisi Hicesius ve oğlu Diogenes hakkında karar almak için üç gün süre tanıdı , o üç gün boyunca esen poyraz rüzgarları nedeniyle dış limana kıyıdaki tekneleri indirmeği imkansız kılmasının yanı sıra iç limana düşen kalas denizleri yüzünden oluşan hareketlilik nedeniyle sayların içindeki tekneler bile suların çekilmesiyle önce kuma oturuyor anında bordosunun üstüne yıkılıyordu , çekilen sular tekrar dalgalar halinde gelerek yan yatmış teknelere doluyor ya batıyorlar ya da birbirilerine çarptırarak gövdelerinde yaralar açarak kullanılamaz hale getiriyordu. Halbuki daha geçen yaz yaptıkları Euxinus Pontos ticaretini güvence altına almak için bu hırçın denizin boğazlar tarafındaki korunaklı iki limanının Sinop ve Ereğli'nin yöneticileri olan Sinope Demokrasisi ile Heraklia'dan Satyros ve Klearkhos'un çocukları arasında yapılan anlaşmada " Heraklia ve Sinopeden kaçanlar yanlış yapmadıkları müddetçe sığındıkları şehirde kalır" hükmü de, kara yolunu Kapadokya Lejyonları, denizde ise poyraz rüzgarı Sinope'den martılar hariç kimsenin çıkmasına müsaade etmedi. Hicesius, Mecliste onu sevmeyenlerin yaptığı hakaret dolu konuşmalarından zırnık kadar dahi etkilenmemişti ama tiranın paralarından yüzünün kazılacağını bilen dostlarının, kaypaklıklarına ve dönekliklerine dayanmak mümkün değildi. Onların kararını beklemeden, Ilgaz dağlarının arkasına düşen Kızıl Zırnık dağındaki ocaklardan çıkarılmış zırnık (arsenik) tozları dolu Pontus Ördeği derisinden yapılmış ve epeydir yanından ayırmadığı kesenin ağzını açtığında, akşam vakti meclisteki odasında ve önünde Diogenis'in seçerek getirdiği peçuta lakerda takozu durmaktaydı. Diogenes'i en iyi şaraplarından bir testi almak için Serapis Mabedi Baş Rahibi Memnon'a gönderdiğinde geç kalacağını biliyordu, herkesçe bilinen bir başka gerçek ise Memnon'un Serapis bahçelerinde yetişen idrişah katkılı şarabını içenler, testinin yarısına gelmeden tin tin tini mini hanım misali yerinde duramıyordu. Diogenes odaya girdiğinde, kızıl tozları düşünceler içinde dilimlediği lakerdaya çoktan dökmüş pencereden Sinop Limanın üzerine düşen guruba dalgın bakarken bir iki dilim lakerdayı mideye indirmişti. Hicesus'un intiharı yetmedi, Diogenes'in de cezalandırılmasını istiyorlardı, onların önünü kesen Sevgilisi Hypsikratea'nın babası Baş Rahip Memnon olmuştu ama Diogenes için ölüm cezasından da beter sürgüne gönderilmesine gücü yetmemişti. Yazar: Cemalettin KAYA MÖ. 375, Archestratus'un Syracusa’dan başlayıp Sinop'a kadar süren yolculuğunun İstanbul kısmında, başına ‘yaşandığına inanılmak istenen’ bir olay gelir... Archestratus: The Life of Luxury, “Kayıp Mektup” Dostum Moschus, Syracusa’dan ayrılalı 1 seneyi geçti, sympoziumlarımızı ve sohbetlerimizi özlüyorum. Ama bu geziye çıkmam gerektiğini de en iyi sen biliyordun. Her gece rüyalarıma giren bu yolculuk ve yazma tutkusu, harekete geçmedikçe bedenimi ve zihnimi çürütüyordu. Biliyorsun; ben bu kitabı insanlar okusun diye değil, Tanrıları memnun etmek için de yazıyorum. İki haftadır güzel Byzantion’dayım. Bu şehri bırakamıyorum. Heredot’un anlattığı kadar varmış. Sanki Tanrılar balıklar için bir krallık kurmuş da insanlar bir yolunu bulup bu diyarı keşfetmiş. İki genç deniz, ortalarında akan büyük mavi bir nehir ve bu denizlere boşalan besin dolu dereler, çaylar, ırmaklar... Ve yılın her vakti uzaklardan gelip festival yapan bin bir göçmen ve artık çoktan yerleşmeye karar vermiş yerli balık. Sokak sokak gezip Byzantionlular nasıl balık pişiriyor, yanında ne kullanıyorlar, bakıyorum. Akşamlarımı ise Lykos deresinin yanındaki yaşlı balıkçının küçük barınağında şarap içerek ve şehir hikayeleri dinleyerek geçiriyorum. İşte bu akşamların birinde, deniz kenarına gidip biraz hava alayım derken, yanıma fok balığı kılığında yüce Poseidon geldi. Tanrılar yolculuğumu izliyor diye sevinirken, Zeus’un bir emrini iletmek için geldiği ortaya çıktı: Tanrıçamız Hera güzel ölümlü İo’yu arıyormuş ve Zeus da sevgilisinin bulunmasını istemiyormuş. Benim yapmam gerekense onu hazırlayacağım sofrada bir süre meşgul etmek. Balık seviyormuş Hera, özellikle palamut, ama Byzantion’dan çıkanı. Peki her palamut pişirenin sofrasına geliyor mu sorusuna da Poseidon özel bir palamut tarifi ile cevap verdi. Dediği şekilde yaparsam onun kokusunu fark eder ve gelirmiş. Bir tanrıçaya sofra kurmak ve beğenip onu masada tutmak. Tanrılar benim boynumu istiyor herhalde. Ya beğenmezse, öfkelenirse, sadece emrini yerine getiremediğim için Zeus’un değil, Hera’nın da nefretini kazanmış olacağım. Peki ne olacak bu işin sonu: Tatsız, tuzsuz bir papağan balığına çevrilip, peynir ve balla sıvazlanan bir tabakta zevksiz bir Syracusa’lının midesine mi inmek...
*** Masayı hazırladım! Son derece sade ve mütevazi. Fazla dikkat çekmemesi lazım; ki Hera kendisi için hazırlandığını bilmesin. Hem, değer, kıymet bilen dostum Moschus, burada balıklar o kadar lezzetli ki, neden fazladan bir şey ekleyeyim. Ne hazılardığımı merak ediyorsundur: Üstüne biraz mercanköşk serptikten sonra, incir yaprağına sarıp kızgın közlere gömerek pişirdiğim palamut. İşte bu kokusuyla Hera’yı çağıracak ilk yemek. Ama hemen başlamayacak; önce Lykos deresinin denize döküldüğü sığlıklardan yakalanan kefalin güneşte ve iste kurutulması ile hazırlanan likorinos, sonra kurutulmuş uskumru çiroz, bottarga, kılıç balığı yumurtası ile tarama salata ve tabii biraz da hemen sahildeki kayalıklardan taze taze topladığım siyah midye ve haliçten istiridye. Aslında sofrayı ben değil Byzantion kuruyor, ben sadece servis yapıyorum. Palamutun yanına, biraz Kios (Gemlik) zeytinyağı ve Pontus denizinden gelen tuzla ovduktan sonra, Lykos deresi taşı üzerinde pişirdiğim yağlı orkinos ve kılıç balığı bifteğini da koyuyorum. Çeşni olarak da üzüm sirkesi, tarator ve Karadeniz yağlı hamsisi ile yapılan colatura di alici, tabii ki garos, nadide silphium biraz da Byzantion bahçelerinden marul, tere ve taze soğan. Ve tabii her şeyin yanında yanında Lesbos şarabı... *** Çok uzun süre beklemeye gerek kalmıyor, Hera (yaşı biraz geçkin Byzantionlu, halktan bir kadın kılığında) gelip masaya oturuyor. Acelesi var, hemen palamudu yiyip kalkıp gitmek istiyor, ama masadaki diğer yemekleri de merak ediyor, ve koyu bir sohbete koyuluyoruz, şarap içip Byzantion’u kutsuyoruz, zaman geçiyor... Hera, bir an da olsa galiba İo’yu unutuyor ve ziyafetten çok memnun kalıyor ve artık sayısını unuttuğum şarap kadehinden bir yudum alıp, bana dönüyor ve tarif verme sırasının kendinde olduğunu söylüyor. Hera: Konuksever ve maharetli Archestratus, şimdi beni dikkatlice dinle! Zira sana Olimpos’un mutfağından, tanrıların masasından bir tarif anlatacağım. “Güzün son günlerinde ve Lodos esmeyen bir günde yakaladığın “Amia”*yı takoz şeklinde üçe böl, sonra bunları Marmara’nın tuzlu suyuyla iyice temizle, daha sonra küçük bir çubukla iliğinden ve kanından arındır. Ama bunu çok iyi yap, zerre ilik ve kan kalırsa, bu balığını çürütür. Sonra takozları üç gün boyunca, her gün temizlediğin deniz suyunda beklet. Daha sonra iyice Pontus Denizi kaya tuzu ile tuzlayıp, temiz beze sararak çömleğe yerleştir ve serin bir yerde muhafaza et. 1 ay bekle. Tuz iyice balık içindeki suyu emsin. Sonra çıkar ve Olimpos’un lezzetine vakıf ol. Bu güzel ziyafetine karşılık kabul et bu hediyemi ve iyi bak bu nadide, eşsiz yemeğimize!” Hera şarabından son yudumu aldı, ve bana güzel bir bakış atarak, masadan kalkıp gitti; sabahı yapmıştık... Dostum Moschus, Olimpos’ta Lakerda diyorlarmış bu balık yemeğine. Ve evet, bildiğin Tanrıların reçetesi ile dönüyorum Syracusa'ya. Ne lütuf! Ama önce güzel Byzantion’un konuksever insanları ile paylaşmam lazım bunu. Zira onlar, onların bolluk dolu denizi, lezzetli deniz nimetleri ve zevk ve zeka dolusu tarifleri olmasaydı asla alamazdım bu hediyeyi... *Antik dönemde palamuta veya toriğe verilen isim Yazar: Tan MORGÜL |
Archives |